3 Şubat 2016 Çarşamba

Yayınlandı Şubat 03, 2016 gön: ve 0 yorum

Niğde Kapadokyanın Başkenti

 


1834 yılında Niğde'ye gelen Charles Texier'in kitabında Niğde için yaptığı “sancak başkenti” tanımına uygun olarak Ömer Fethi Gürer’in Kapadokya başkenti Niğde adını verdiği bu hacimli kitapta Niğdenin zengin tarihi resimler, haritalarla göz önüne seriliyor. 

işte kitaptan Macar araştırmacı Belâ Horvarth'ın yüzyıllar öncesinden bu bölge hakkındaki gözlemleri… 

İki dağın arasından vadide bataklık haline gelmiş bir gölün kıyısında biraz dinleniyoruz. Daha sonra küçük tepeleri aşa aşa, kayalardan kayalara tırmanarak batıdaki büyük Hasan Dağı zirvesine ulaşıyoruz. Zirveye az kala birinin avaz avaz bağırdığını duyuyoruz, irkiliyoruz. Sonra bunun koyunlarını ve keçilerini toplamaya çalışan bir çoban olduğu anlaşılıyor. 

- Haho hoyyo! 2200 metrede otlayan bir sürü görmek ilginç oluyor. Daha güneş batmadan zirveye ulaşıyoruz. Tam önümüzde dağın tepesindeki krater gölü uzanıyor ve çevresinde de dört yükselti yer alıyor. Bunların arasında en görkemlisi bizim tırmandığımız 2400 metrelik doruk. Çevrede göz ala bildiğine uzanan manzaranın ihtişamını anlatabilmek çok zor. Dörtbinyıl Asurluların, Kapadokyalıların, İranlıların, Greklerin, Romalıların, Arapların, Tatarların, Türklerin, Mısırlıların hâkim olabilmek için kıyasıya savaştıkları Müslümanlara karşı savaşa çıkan Haçlıların uğruna öldükleri antik Kapadokya ve Likaoine Toprakları işte şimdi ayaklarımızın altında uzanıyor, Ama şimdi batı avrupanın sanayi çağının insanı burada dağlarda, tepelerde vadilere uzanan ve düzlükleri kilometre ve kilometreler boyunca uzanan çoraklığın sonsuzluğunu gördüğünde, tarihin derinlikle­rinde bu topraklar için neden bu kadar çok kan döküldüğünü anlamakta zorluk çekiyor. Yan yana yaşayan kavimler, bu yoksulluğun ele geçirmek için neden komşularıyla savaşa girdiler? Bu yörenin Xenophon’san bu yana çok değiştiğini sanmıyoruz. Çünkü o da bu bölgeyi, kurak, verimsiz ve az insanın yaşadığı topraklar olarak tasvir ediyordu. Bu savaşların tek nedeni olabilirdi; o da, Doğu halklarının ele geçirme ve intikam arzularıydı .Yok etme tutkusu ve daha sonra İslâm dininin aldırmazlığı, burada zaten az olan uygarlık kalıntılarını tamamen ortadan kaldırdı.Birbirinden oldukça uzak olan Diocaesarea, Amoassum, Carbala, Salambria gibi Roma yerleşik birimleri de zamanla yok oldu gitti. Şimdi yerlerini saptayabilmek bile olanaksız. Bu toprakların üzerinde yok oluşun ve yıkılışın ruhu egemenlik sürüyor. Güneş batarken biz de dağdan inmeye başlıyoruz; ama geldiğimiz yoldan değil, onun tam karşısından kendimize iniş için yol arıyoruz. Kayalıklardan ve zaman zaman kayan taş parçalarından oluşan eğimli zeminlerden inmek hiç de kolay olmuyor. Gökyüzünde beliren ay ışıklarını saçmaya başladığında, biz daha yarı yoldayız. Dağın ortalarında bir yerde, çok sık ama oldukça kısa boylu bitkilerle çevrilmiş bir düzlük, inişte tekrar kayalığa bağlanıyor. Bir şehir enkazı ile karşılaştığımızı sanıyoruz. Ama yaklaş­tığımızda onunda kayalık olduğunu anlıyoruz. Aynı gümüş ışığı çevreyi aydınlatıyor. Biz saatlerdir yürüyoruz, ama artık ne tarafa gittiğimizden de haberimiz yok. Susadığımızı hissediyoruz, ama mataralarımızdaki kar suyu da artık bitti. Ayaklarımız yara içinde, titreyen dizlerimize yürümeye çalışıyoruz. Başka çaremiz yok. Sonunda ay da ortadan kaybolmak üzereyken, yani kör karanlıkta kalma dehşetini hissetmeye başlarken uzaklarda köpek sesi duyuyoruz. Köpeğin olduğu yerde mutlaka insan vardır!’  

Not:Macar araştırmacı Belâ Horvarth bu satırları 1913 yılı Osmanlısında yapmış olduğu bir gezi sonucunda kaleme almıştır. Birinci Dünya Savaşı arifesinde Anadolu kentlerine çıktığı gezide 11-15 Ağustos 1913 tarihleri arası Niğde’de kalmıştır. Gezgin’in Niğde’ye geliş yolu ve Niğde gözlemleri 1913 yılları için önemli detaylardır.

    eposta       edit

0 yorum: